Doğumunun 117. Yıldönümünde Büyükbabam’ın Hatırasına
In Memory of my Grandfather on the 117th Anniversary of his Birth
My grandfather, His Imperial Highness Prince Ali Vâsıb Efendi, writes in the opening paragraph of his Memoirs, ‘Memoirs of an Ottoman Prince’, or ‘Bir Şehzadenin Hâtırâtı’:
“Hicri 21 Receb 1321, Miladi 1903 senesinin 13 Teşrinievvel’inde İstanbul’da Çırağan Sarayı‘nda doğdum. Dedem Sultan V. Murad’ın mecburen ikameti için, yerine tahta geçen kardeşi Sultan II. Abdülhamid’in tahsis ettiği Çırağan Sarayı İstanbul saraylarının en mükellefi idi.”
“I was born in Çırağan Palace, İstanbul, on the 13th day of October in the year 1903 (or, according to the Islamic calendar, on the 21st day of the month of Rajab in the year 1321). The Çırağan Palace – which my great-grandfather Sultan Murad V was given to live in after he had been deposed and to which he was confined by his brother, Sultan Abdülhamid II, who replaced him on the throne – was the best appointed of all the palaces in İstanbul.”
To be more specific, my grandfather was actually born in the Harem building of the magnificent Çırağan Palace, situated in the grounds of the main palace. He continues in his own words a few paragraphs later:
“Doğduğum saray, yanan Çırağan Sarayı’nı’n karşısında müştemilattan diğer bir saraydı. El’an mektep olarak kullanılmaktadır. Oturduğumuz saray altı daireden mürekkep idi. Bir dairede dedemin evlad ve ahfadı, Çekez kalfalar, kızlar, benim dadım ve haremağaları ikamet etmekteydiler. Sarayda bodrum kat üstünde iki kat vardı. Ben üçüncü dairenin birinci katında doğdum. Pederim Beşinci Sultan Murad hafidi Şehzade Ahmed Nihad Efendi, validem Safiru Hanımefendi ve büyükvalidem Naziknaz Hanımefendi mukabillerine bu daire tahsis olunmuştu.”
“The palace I was born in was another building – a palace in its own right – consisting of one of the outhouses opposite the now burned-down Çırağan; this building is currently used as a school. The palace we lived in was made up of six suites; in these lived my great-grandfather’s children and grandchildren, the Circassian housemaids, the junior maidservants, my own nursemaid and the Harem eunuchs. The palace had two floors in addition to a basement. I was born on the ground floor of the third suite – the one set aside for the use of those fortunate beings my father Şehzade Ahmed Nihad Efendi (who was the grandson of Sultan Murad V), my mother Safiru Hanımefendi, and my grandmother, Naziknaz Hanımefendi.”
Excerpts from ‘The Gilded Cage on the Bosphorus’ / ‘Boğaz’daki Altın Kafes’
To commemorate the anniversary of my beloved grandfather’s birth, and as promised in my previous post, I would like to share a couple of short excerpts from ‘The Gilded Cage on the Bosphorus’, or ‘Boğaz’daki Altın Kafes’ with you. I have chosen two passages – the first describes the exact moment that my grandfather was born, and the second is an account of the first time that Prince Nihad Efendi laid eyes on his son.
The Moment of Prince Ali Vâsıb Efendi’s Birth
Türkçe
“Erkek! Nur topu gibi bir oğlan!” diye ilan etti Hayriye Hanım. Ebe, saniyeler önce, tam doğum esnâsında Kelime-i Şahâdet getirmişti: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedû en ne Muhammeden abdûhü ve resûlühü.”
Safiru Hanımefendi, etrafındaki bütün hareketten habersiz, kendini ılık ceviz doğum koltuğuna bıraktı. Hayriye çırağın gümüş bir tasla döktüğü ılık, tuzlu suyla bebeği yıkadı. “Sesi güzel olur, inşallah,” diyerek, göbek bağını kesti; sonra onu beyaz bir beze sarıp küçük bir kutunun içine yerleştirdi. Ailenin bunu daha sonra uygun bir yere gömmek isteyeceğini biliyordu.
Yatağın başucunda, içinde ufacık bir Kur’an bulunan işlemeli bir çanta, ayak ucunda ise mavi boncuklarla kaplı bir parça kırmızı musline sarılı soğanla sarımsak dilimleri duruyordu. Bir iğne gizlice en dipteki yastığın altına yerleştirilmişti. Yatağa yakın bir masanın üzerindeki, açık yeşil mine kakmalı ve elmaslarla süslenmiş, tunç vazoda yanan tütsüden odaya sandal ağacının odunsu aroması ile misk kokusu yayılıyordu. Nazarı uzaklaştırmak ve Safiru’yla oğlunu korumak için her türlü önlem alınmıştı. Nihâyet, parlak yeni bir hayatı temsilen küçük bir gümüş ayna yatağın başucundaki masanın üzerine yerleştirilmişti. Yardımcılar Safiru’yu temizledikten sonra nâzikçe yatağına yatırdılar; daha sonra uzun ve zahmetli doğumun ardından rahatlaması için ona tatlı ve iri hurmalar ikram ettiler.
Safiru, uzun koyu kumral saçları işlemeli yastıkların üzerine dağınık bir şekilde yayılarak, arkasına yaslandı. Bir damla mutluluk göz yaşı uzun kirpiklerinin arasından kurtulup al yanağından aşağı yuvarlandı. Bitkin düşmüştü. Doğumdan önceki son birkaç saat çok şiddetli ve hemen hiç kesilmeyen sancılar çekmişti – ama artık hepsi geçmişti ve Safiru, çocuğunu sağ salim dünyaya getirdiği için Allah’a şükrediyordu.
Küçük şehzâdeye krem rengi ketenden zıbın giydirilmiş, ayaklarıyla omuzları yumuşak muslin şeritlerle sarılmıştı. İncili ipek püskül ve Sulan V. Murad’ın kısa iktidarı sırasında basılmış altın lirayla bezeli tığ işi ufak bir başlık başına yerleştirilmişti. Yeni doğan bebeğin büyük vâlidesi Nâziknaz Hanımefendi, Safiru’nun doğumunun başladığını haber alınca mavi satenden ufacık bir kumaş parçasının üzerine bir Kur’an âyeti yazdırmıştı, şimdi bu da başlığa iğnelendi. Bundan başka, Hayriye bebeği mavi ipekten kundağa, arkasından da işlemeli yeşil bürümcük battaniyeye sarıp yine nazara karşı bir korunma olarak bir köşesine ince bir kırmızı kurdele bağladı. Safiru küçük şehzâdesini kucağına almak için kollarını uzattı ve Hayriye onu yavaşça Safiru’nun göğsüne bıraktı.
“Elhamdülillah! Çok güzel, sağlıklı bir çocuk, hanımefendi,” dedi Hayriye. “Tam bir Osmanlı şehzâdesi. Allah onu analı babalı büyütsün, sağlıklı ve hür ömür versin. Safiru Hanımefendi sıhhatteler, inşallah?”
Hayriye o sabah Çırağan Sarayı’na çok erken, henüz güneş doğmadan ve sarayın Boğaz kıyısındaki bahçesinde kuşlar uyanmadan epey zaman önce gelmişti. Ağabeyinin sahildeki evinde bir ebeye ihtiyaç olduğu haberi Yıldız Sarayı’na, Sultan II. Abdülhamid’in, Çırağan’ın arkasındaki uzun, ağaçlıklı yokuşun tepesinde bulunan tecrit edilmiş – ve güvenli olduğunu ümit ettiği – ikametgâhına ulaşır ulaşmaz Sultanın buyruğuyla gönderilmişti. Hayriye, tıpkı ondan önce annesi ve anneannesi gibi, genç kızlığından beri ebelik yapıyordu. Saray Ebeliği mevkiine yükseltilmiş ve bu itibarla birçok Osmanlı şehzâde ve sultanını doğurtmuştu. Artık yaşlı bir kadın olsa da, hal’ edilmiş Sultan V. Murad’ın ailesine bağlılığı eksilmeden devam ediyordu. Hayriye Çırağan’a ilk defa yirmi yılı aşkın bir zaman önce Sultan Murad’ın üçüncü kızı Fatma Sultan’ı doğurtmak için gelmiş ve o zamandan beri ailenin diğer üyelerinin doğumlarında görev almak üzere birçok kereler geri dönmüştü. Yıllar içinde saçları aklaşıp seyrelmiş, yüzü derin çizgilerle dolmuştu ama sesi ve elleri hâlâ bir genç kızınki kadar yumuşak ve nâzikti.
Safiru, açık mavi gözlerini yeni doğan çocuğunun yüzünden ayırmadan gülümsedi. “Hayriye Hanım, oğlumu dünyaya getirmeme yardım ettiğiniz için size teşekkür ederim.” Gözlerini kucağında uyuyan bebeğinden alamıyor, kalbi onun için sevgiyle dolup taşıyordu. Artık saadeti tamamlanmıştı.
English
“It’s a boy! It’s a healthy baby boy!” announced Hayriye Hanım.
Seconds earlier, at the exact moment of his birth, the midwife had recited the Shahada, the profession of faith: “I bear witness that I will worship no god but Allah, and that Muhammed is His Messenger.”
The Lady Safiru fell back against the warm walnut of the birthing chair, oblivious to all the activity surrounding her. Hayriye washed the baby with warm, salty water from a silver bowl held by her apprentice. “May his voice be beautiful,” she said as she cut the umbilical cord; then she wrapped it in a white cloth and placed it inside a small box. She knew the family would want to bury it in an appropriate place later.
An embroidered bag containing a miniature Quran was hung at the head of the bed, while an onion, wrapped in a piece of red muslin covered with slices of garlic and blue glass beads, was secured to the lower end. A needle was discreetly slipped under the bottom pillow. The woody aroma of sandalwood and musk filled the room, as incense burned in the bronze urn, exquisitely inlaid with eau de nil enamel and set with diamonds, which sat on a nearby table. Every precaution had been taken to ward off the evil eye, and to protect Safiru and her son from the feared ‘Mother-Snatcher’ and ‘Baby-Snatcher’ who lurked in corners at such times. Finally, a small silver mirror, symbolising a bright new life, was placed on the table next to the bed. After cleaning Safiru, the attendants gently helped her into her bed; then they offered her some sweet, plump dates to soothe her after her long and difficult labour.
Safiru lay back, her long brown hair strewn wildly across the embroidered, silk pillows. A single tear of joy escaped from between her long lashes and trickled slowly down her flushed cheek. She felt exhausted. Her pains had been intense and almost constant for the last few hours before the birth – but now they were over, and she thanked Allah for the safe delivery of her child.
The little prince was dressed in a cream-coloured linen tunic and his feet and shoulders bound with strips of soft muslin. A miniature crocheted cap, adorned with a silk pearl tassel and a gold coin minted during the short reign of Sultan Murad V, was placed on his head. On hearing that Safiru had gone into labour, Naziknaz Hanımefendi, grandmother of the new-born baby, had written a verse of the Quran on a tiny piece of blue satin, and this was now pinned to the cap. Hayriye then swaddled the baby in a square of blue silk followed by a blanket of embroidered green gauze, and tied a thin red ribbon to one corner of the blanket as yet another precaution against evil spirits. Safiru held out her arms to hold her little prince, and Hayriye gently placed him against her breast.
“Alhamdulillah! He is a beautiful, strong child, Your Highness,” said Hayriye. “A perfect Ottoman prince. I pray that Allah may grant him a long and healthy life.” Hayriye had arrived at the Çırağan Palace very early that morning, long before the sun had risen and the birds had begun to stir in the gardens of the palace by the shores of the Bosphorus. She had been sent on the orders of Sultan Abdülhamid II as soon as word had reached the Yıldız Palace, his secluded – and, he hoped and prayed, secure – residence at the top of the long, wooded hill behind Çırağan, that a midwife was needed in his elder brother’s household down below on the waterfront. Hayriye had been a midwife since girlhood, just like her mother and grandmother before her. She had risen to the position of Midwife to the Imperial House, and as such had delivered many Ottoman princes and princesses. Although she was now an old woman, her devotion to the family of the deposed Sultan Murad V remained undiminished. Hayriye had first come to Çırağan over twenty years before to deliver Sultan Murad’s third daughter, Princess Fatma, and since then had returned several times to deliver other members of the family – one of whom had been the father of this new baby boy. Over the years her hair had turned grey and wiry, and her face was now etched with deep lines, but her voice and hands were still as soft and gentle as those of a young girl.
Safiru smiled, her pale blue eyes not leaving the face of her newborn child. “Hayriye Hanım, I thank you for your help in bringing my son into the world.” She could not take her eyes off the baby boy sleeping in her arms, and felt as if her heart would burst with love for him. Her happiness was now complete.
The Moment Prince Ahmed Nihad Efendi Meets His Son
Türkçe
Nihad, yanında ona baba olduğunu aceleyle haber veren baş hizmetkârı Dilbericihan Kalfa olduğu halde, karartılmış odaya girdi. Safiru’nun yatak odası Çırağan Sarayı’nda harem binasının giriş katındaki, kocası ve onun vâlidesi Nâziknaz’la beraber kaldığı, zevkli döşenmiş bir dairede yer alıyordu. Adı ‘Üçüncü Daire’ idi. Pembe ipekten damasko perdeler sıkı sıkıya kapalıydı ve tek ışık görkemli yatağın iki yanında, duvarda asılı iki altın yaldızlı gaz lambasından geliyordu. Pirinçten dört direkli karyolanın üzerine kapatılmış fildişi rengi ipek bez Safiru’yu kocasından saklıyordu. Durup ihtiyar ebeye şükranlarını bildiren Nihad’ın karşısında Hayriye gözlerini indirip başını eğdi. Nihad ardından heyecanla yatağa yanaştı.
Nihad’ın parmakları tereddütle ipek yatak perdesini araladı. Bakışları zevcesinin üzerine gelince ciddi ifadesi sıcak, sevecen bir tebessüme dönüştü. Safiru’nun yüzüne düşmüş bir saç buklesini nâzikçe kenara iterek, “Canım Safi’m, seninle ne kadar iftihar etsem az,” dedi. Uzanıp alnına hafif bir bûse kondurduktan sonra, aynısını oğluna da yaptı. Ardından, yatağın yanındaki bir sandalyeye oturup Safiru’nun nâzik elini kendi elinin içine aldı. “Senin âfiyette, oğlumuzun da sağlıklı olduğunu söylediler,” diye devam etti. Safiru başıyla tasdik etti. “Elhamdülillah! Bugünkünden daha mesut olamazdım, Nihad’cığım. Bugünü hayatımın en mesut günü kıldığınız için size teşekkür ederim.” Nihad, bitkin genç zevcesinin kucağında hâlâ uyumakta olan bebeğe baktı. “Dünyaya hoş geldin, oğlum.”
English
Nihad entered the darkened room accompanied by Dilbericihan Kalfa, his senior housemaid, who had hurried to tell him the news that he had become a father. Safiru’s bedroom was in a tastefully-decorated suite of rooms that she shared with her husband and Naziknaz, his mother, on the ground floor of the harem building at the Çırağan Palace. It was known as ‘Suite Three’. The pink silk damask curtains remained tightly closed, the only light coming from the two gilt gas lamps that hung on the wall, on either side of the imposing bed. The ivory silk gauze draped over the brass four-poster concealed Safiru from her husband. Hayriye lowered her eyes and bowed before Nihad, who stopped to thank the elderly midwife before nervously approaching the bed.
Nihad’s fingers hesitantly parted the silk bed curtains. Gazing down on his wife, his serious expression broke into a warm, loving smile. “My dear Safi, I am so proud of you,” he said as he gently stroked away a loose strand of hair from her face. Nihad leaned forward and gave her a tender kiss on the forehead, before doing the same to his son. Then he sat on a chair next to the bed and took Safiru’s delicate hand in his. “I have been told that you are well and that our son is healthy,” he continued. Safiru nodded. “Alhamdulillah – Praise be to Allah. I could not possibly be any happier than I am today, my love. Thank you for making this the happiest day of my life.” Nihad looked at the baby, still sleeping in the arms of his exhausted wife. “Welcome to the world, my son.”
To End…
Unfortunately, at the time of my grandfather’s birth, no cameras were allowed in Çırağan Palace, and no photographers were permitted to enter. It was just one of many restrictions placed on Sultan Murad V and his family by Sultan Abdülhamid, during their long and enforced confinement there. Such restrictions remained in place until 1908, when the Young Turk Revolution forced the Sultan to restore the Ottoman Constitution, and life for Murad V’s descendants finally began to change. Consequently, no photographs exist of my grandfather as a baby, however, it is with great pleasure that I am able to share the below image instead… It is the earliest picture I have of him in my collection. I keep it in a plain silver picture frame on a table in my home, where I gaze upon his sweet, gentle face every day.
“Dede, thank you for being by my side during this whole process – I often felt that you were with me, whispering the secrets of Çırağan into my ear… I hope you approve of how I have shared our family story, and that you feel at peace knowing that it is recorded for all your great-grandchildren.”
Thank you to anyone who chooses to say a prayer for the soul of my grandfather, Ali Vâsıb Efendi, today…
Allah rahmet eylesin mekânı cennet olsun inşallah nur içinde yatsın…