By Emirhan Özkır
From: İstanbul
Attending: İstanbul Medipol University, Faculty of Communication, Public Relations & Advertising
Age: 20 years old

Hadice Hayriye Ayşe Dürrüşehvar Sultan 26 Ocak 1914’de babası Abdülmecid Efendi’nin Çamlıca’daki köşkünde dünyaya geldi. Annesi Atiye Mehisti Kadınefendi (1892-1964) Çerkeslerin Ubıh soyundandı. Abdülmecid Efendi Sultan Abdülaziz’in dördüncü şehzadesiydi, bu cihetten Dürrüşehvar Sultan hanedanın Aziz kolundan gelir. Dürrüşehvar “şahlara mahsus inci” demektir ve esasında bir cariye ismidir, hanedan mensubu hanımlara yani sultanlara Ayşe, Fatma, Hadice gibi klasikleşmiş Müslüman isimleri koymak adettir ancak şahlı isimleri pek seven ve zamane şehzadelere göre daha farklı bir mizaca sahip olan Abdülmecid Efendi kızına Dürrüşehvar ismini verdi. Sultanlara umumiyetle bir veya iki isim konurdu Zekiye, Fatma Naime, Rukiye Sabiha gibi, Mecid Efendi alafrangalığın verdiği tesirle aynı Avrupa prensesleri gibi kızına dört isim verdi (İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in de resmiyette üç ismi vardı Elizabeth Alexandra Mary). Abdülmecid Efendi kültürlü, entelektüel, sanatçı bir ruhlu şahsiyetti, iyi bir ressam ve hattattı. Arapça ve Farsça’dan başka iyi Fransızca, biraz Almanca ve İngilizce bilirdi. Paris aksanıyla Fransızca konuşurdu, İstanbul’da kendisini tanıyan ecnebiler “başına fes takmadığı vakitler iyi yetişmiş bir Fransız’a benzediğini söylerlerdi”. Devrin entelektüel şahsiyetleriyle ahbaptı. Ancak cemiyete rahatça girip çıkan serbest tavırlı bir şehzade olması bazen tenkit edilirdi. Ailesine çok düşkündü, çocuklarının tahsil ve terbiyesine çok ihtimam gösterirdi.

Baba bir anne ayrı ağabeyi Ömer Faruk Efendi Dürrüşehvar Sultan’dan yaşça epey büyüktü. Dürrüşehvar Sultan’da ağabeyi gibi küçük yaştan itibaren oldukça iyi bir tahsil gördü. Sekiz lisân bilirdi, kırk yaşından sonra İtalyan arkadaşlarıyla konuşabilmek için İtalyanca öğrendi. Sultanın ilk çocukluk yılları İcadiye Tepesi’nde yemyeşil geniş bir arazide bulunan köşkte geçti, köşk şu an Koç Holding’in genel merkezi olarak kullanılmaktadır. 1918’de Sultan Reşad’ın vefatı üzerine Sultan Vahideddin’in tahta çıktı ve Abdülmecid Efendi’de veliaht şehzade oldu. 1922’de saltanatın kaldırılması ve Sultan Vahideddin’in İstanbul’dan ayrılması üzerine Ankara’daki Büyük Millet Meclisi Abdülmecid Efendi’yi halife ilan etti. Bunun üzerine Dürrüşehvar Sultan ve ailesi Çamlıca’daki köşkten Dolmabahçe Sarayı’na taşındılar. Dürrüşehvar Sultan’ın yeğeni Neslişah Sultan halasıyla olan anılarını şu sözlerle anlatıyor:
Dolmabahçe’de bir de tavuskuşu maceramız oldu…
Haremin avlusunda rengârenk tavuskuşları vardı. Beyaz, mavi, rengârenk… O sıralarda halam Dürrüşehvar on yaşlarındaydı. Bir gün bahçede beraberce oynarken birdenbire aklımıza esti, masmavi bir tavuskuşunu yakalayıp hareme daldık. Annemle babamın dairesine dar bir merdivenden çıkılıyordu.Kucağımızda tavuskuşuyla güç-belâ merdivenleri tırmandık. Oturma odasının bitişiğinde lavabomsu biryer vardi. Babam o sırada orada traş oluyormuş… Yüzü gözü sabun içerisindeydi. Halamla beni kucağımızda tavuskuşuyla görünce şaşkınlıktan avaz avaz bağırıp bizi paylamaya başladı. Babam bağırınca biz korktuk, geri geri giderken de merdivenlerden aşağı yuvarlandık. Manzarayı düşünün; suratı sabun içerisinde bir adam, merdivenlerden yuvarlanan iki çocuk, yukarıdan bizi düşerken görünce heyecandan haykırıp duran annem, kart sesiyle avaz avaz bağıran mavi bir tavuskuşu ve her tarafta uçuşan tüyler…
Aşağıya yuvarlana yuvarlana indik ama neyse ki bir tarafımıza birşey olmadı…”
3 Mart 1924’de meclis hilafeti kaldırdı ve hanedanı sınır dışı etti. Dürrüşehvar Sultan on yaşındayken vatanından ayrılmak mecburiyetinde kaldı, bu hadiseyi 1947 senesinde Hindistan’da yayınlayan Doğan isimli hatıratında pek içli anlatır:
“Artık dayanamadım. ‘Ey büyük Fatih’ dedim. ‘Bak şaheserin kimlerin elinde kaldı! Onun yegâne muhafızı senin asil aileni istemiyorlar!

Senin hafîdliğine bihakkın [torunun olmaya hakkıyla] lâyık olan halifeyi memleketinden atıyorlar. Hizmetini reddederek, vatan aşkıyla dolu olan kalbini çiğnediler. Milletinin şimdiye kadar lekesiz kalan ismini kirlettiler. Türk neslinin asaletini ortaya çıkaran Âl-i Osman, eski yurdunun sevgili kucağından atıldı…
Necib ecdadımızın bu sevgili yurdunu seyretmeye doyamıyordum. Bizi hiç olmazsa sen unutma!’ dedim… Bütün ümitlerim yıkılmış ve saadetin parlak ışıkları sönmüştü. Karanlık bir köşeye çekilerek o felâketli günlerin hatıralarını gözyaşlarımla silmeye çalıştım. Arkamızda yedi asırdan beri hüküm süren Osmanlı ailesinin sönmüş ocağını ve Türk tarihini şanla dolduran dâhilerin tahtını sahipsiz bırakarak ecdâdımızın sevgili yurdunu terk ettik… Memleketten son bir hâtıra olmak üzere yerden bir çakıl taşı aldım. Vatanımın bu mini mini parçasını kalbimin üzerine bastırarak düşündüm.”
Halife ve ailesi apar topar hazırlanıp 24 saat içinde sürgüne gönderildi. Evvela İsviçre’ye ordan da ekonomik sebeplerle Güney Fransa’nın Nice şehrine gittiler. Dürrüşehvar Sultan eğitime Nice’deyken de devam etti, İngiliz hocası Miss Richards’tan İngilizce dersleri aldı.

Bazen baba kız beraber tenis oynarlar, Nice’in sahilinde yürüyüş yaparlardı. Sürgünde halifenin parası bitince Mısırlı Prens Ömer Tosun, ardından Haydarabad Nizamı yardım gönderdi. 20 Aralık 1931’de Dürrüşehvar Sultan Haydarabad Nizamı Osman Âsaf Cah’ın oğlu Berar Prensi Azam Cah’la, 5.Murad’ın torunu olan kuzini Nilüfer Hanımsultan da Nizâm’ın küçük oğluyla evlendi.

Prenseslerin nikahını Dürrüşehvar Sultan’ın halası Emine Sultan’ın zevci Damad Şerif Paşa kıydı. Böylece Berar Prensesi oldu. Kendisinin ve ailesinin istikbali için, denk olmayan biriyle evlenerek, kendisini feda etmek asaletini gösterdi. O zamanlar dünyanın en zengin insanlarında biri olan Nizâm 1925’de halifeye 300 sterlin maaş bağlatmıştı, halifeyle dünür olduktan sonra tahsisatı 500 sterline çıkardı. Bu evlilik sürgündeki hanedana nisbeten nefes aldırdı. Dürrüşehvar Sultan annesi ve Türkiye’den getirttiği eski saray bendegânından 22 kız ile babasının kâtibi Hüseyin Nakib Bey refakatinde Haydarabad’a gitti. Haydarabad Hindistan’ın en büyük Müslüman vilayetidir, Haydarabad’ın hükümdarlarına “Nizâm” denilirdi. Halifenin kızının Haydarabad’a gelin olarak gelişinden Haydarabadlılar ziyadesiyle mutlu ve memnundular. Sultan kısa süre içinde oranın lisânı olan Urduca’yı öğrendi ve hayır işleriyle meşgul oldu, Haydarabad’da güzelliğiyle tanınan çok sevilen biriydi. Lakin önce İstanbul’da saray hayatında sonra ise Fransa’da yaşamış bir Osmanlı prensesi olarak Haydarabad’ın iklimine ve adetlerine intibak edemedi ve mutlu olamadı. Zaten bu evlilik bir aşk evliliği değil siyasi cihetten yapılmış bir evlilikti. Bu evlilik sayesinde Nizâm Osmanlı Hanedanı’yla ve halifeyle akraba olmuş oluyor, sürgünde maddi sıkıntı çeken hanedanda biraz rahat etmiş oluyordu. Dolayısıyla Dürrüşehvar Sultan’da evliliğini vazife şuuruyla devam ettirdi.

1933’de büyük oğlu Bereket Cah, 1939’da da küçük oğlu Keramet Cah dünyaya geldi. 1935’de İngiltere Kralı V. George’un tahta çıkışının 25.senesi olması münasebetiyle düzenlenen jübileye Berar Prensi ve Prensesi unvanıyla Dürrüşehvar Sultan ve eşi de davetliydi. Saray, jübiledeki davetlileri bağımsız ülkelerden gelenler ve İngiliz müstemlekesi ülkelerden gelen davetliler olarak ikiye ayırmıştı. Hindistan İngiliz hakimiyetinde olduğu için Dürrüşehvar Sultan ve eşinin ikinci gruba dahil olması gerekiyordu. Ancak listeleri inceleyen Kraliçe Mary (II.Elizabeth’in babaannesi) Dürrüşehvar Sultan’ın ismini görünce “imparatorluk terbiyesi almış bir prensesin ikinci grupta olması uygun olmaz” diyip sultanı ilk sıraya aldırtmıştı. Bu vesileyle jübile için verilen davette Dürrüşehvar Sultan’a eşi değil Mısır’ı temsilen gelen Prens Muhammed Abdülmunim eşlik etti. Prens Abdülmunim ileriki yıllarda Dürrüşehvar Sultan’ın yeğeni Neslişah Sultan’la evlenerek Osmanlı Hanedanına damad oldu. Dürrüşehvar Sultan davetliler arasında devrin Türkiye başbakanı İsmet İnönü ile karşılaştı, kendisine uzatılan eli sıkmak yerine elini boynundaki hânedan nişanına götürerek İnönü’ye sert bir bakış attı ve arkasını dönüp uzaklaştı.

1939’da Nice’den Paris’e taşınan halife 1944’ün Ramazan ayında Paris’teki evinde hayata veda etti. Sultan Hamid’in kızı Ayşe Sultan halifenin vefatını şu sözlerle anlatıyor:
“24 Ağustos 1944 çarşamba günü, saat bire doğru kapının zili çalındı. Halife’nin daire uşaklarından biri gelmiş, bana mahsus bir kağıt bırakarak derhal gitmiş. Kâğıdı alıp açtım. Bu, Halife’nin kâtibi, dairesinin müdürü olan Kumandan Korsikalı Çekaldi’nin bir mektubu idi. Mektupta “Halife hazretleri bugün saat 11’de ani olarak vefat etmiştir.” yazılı idi.
Okuyunca derhal gözyaşlarım boşandı. Hemen oğlum Osman’a seslendim, “Oğlum! Halife vefat etmiş. Hemen gitmeliyiz.” dedim. Oğlum da teessüre kapılmıştı. Benden tafsilât istiyordu. Tafsilât olmadığını, acele gidip anlamamız icap ettiğini söyledim. Bu, doğru idi. Fakat gitmemiz de mutlaka lâzımdı. Çünkü Halife, ailemizin son reisi idi. Ayrıca şahsına da hususi hürmetim vardı. Allah Kerim’dir diyerek oğlumun koluna girdim, sokağa çıktım… Nihayet Halife’nin evine vardık, ev dışardan sükûnet içinde görülüyordu. Kapıya geldik. Bahçe kapısı aralık duruyordu, içeriye girdik. Geniş bir nefes aldık. Dairenin kapı zilini çektik. Kapıyı açan Ermeni hizmetçiye bilâ-ihtiyar, “Ne oldu?” diye sordum. “Ah efendim, olanlar oldu.” diye cevap verdi. Büyük taş merdivenin yarısına çıkmıştık ki halifenin sadık hizmetkarı Bihrûze Hanım’ın feryadı ile karşılaştık, “Ah, sultanım! Geliniz, geliniz. Amcanızı görünüz. Gitti, kuş gibi elimizden uçtu.” diyerek başını merdivenin parmaklığına vuruyor, ağlıyordu. Mehisti İkinci Kadın’ın odasına gittik. Kadınefendi bayılmış, biraz önce ayılmış, gözyaşları içinde yatıyordu. Yanında Hüseyin Nakib Bey’in haremi bulunuyor, kolonya koklatıyordu. Biz de ağlayarak elini öptük.Artık bu acı, cümlemizin kalbine işlemişti.

Gözyaşlarımız arasında teselli verici sözler söylüyorduk. Oradan Şehsuvar Başkadın’a gittik. Bizi görünce, “Efendimiz nasıldır?” diye sordu. Pek sinirli, fakat bihaber bir hâlde idi. Esasen kadınefendi bir müddetten beri hasta olduğundan bugünkü felaketi anlayamıyor, efendisinin hasta olduğunu zannederek büyük bir telaş içinde bulunuyordu. Ona da söyleyecek söz pek bulamayarak avutucu birkaç sözle çıktık. Bu haller bizi pek harap etmişti.Artık Halife hazretlerini son bir kere ziyaret etmek vakti gelmişti.Halife’nin odasına geldik. Kapıyı açıp içeri girdik. Büyük lake, japonvâri karyolanın üzerine boylu boyunca yatırılmış, yüzüne kadar bir beyaz keten çarşafla tamamen örtülmüştü. Bihrûze Hanım ayakucunda yere oturmus, karyolanın ayakucuna başını dayamış,hıçkırıklarla ağıyordu. Biz de ağlayarak yaklaştık. Hayatta iken kendisine karşı gösterdigimiz resm-i tazimi ifa ettik. Gözyaşlarıyla orada oturdum. Yâsin-i Şerif okudum. Üç İhlâs, bir Fâtiha ile odadan çıktım.”

Halife vefatından önce Türkiye’ye defnedilmek istediğini vasiyet etmişti lakin 1924’deki sürgün kanunu halen geçerliydi. 2.Dünya Savaşı’nın devam etmesi sebebiyle halifenin naaşı Fransa’dan çıkarılamadığı ve nereye defnedileceği de belli olmadığı için tahnit edilerek Paris Camii’ne konuldu. Savaşın bitmesinin ardından Dürrüşehvar Sultan babasının naaşının Türkiye’ye defnedilebilmesi için hükümetle temasa geçti ve bu vesileyle 1945’de İngiliz diplomatik pasaportuyla ve “Berar Prensesi” unvanıyla Türkiye’ye gelmesine müsaade edildi. Artık cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü’yle görüştü, ikisi de 10 sene evvel Londra’da olan hadiseyi unutmuş gibi davrandılar. Sultanı Çankaya Köşkü’nde Mevhibe İnönü ve İsmet İnönü’nün annesi Cevriye Hanım ağırladı, ardından İnönü’nün misafiri olarak İstanbul’da cumhurbaşkanlığı yatında yemeğe davet edildi ve boğaz turu yapıldı. Ancak görüşmelere rağmen babasının naaşının Türkiye’ye defnedilmesine muvaffak olamadı. Sultan 1950’de DP’nin iktidara gelmesi ve Adnan Menderes’in başbakan olmasıyla bir umut tekrar müracaat ettiysede müspet bir cevap alamadı.
10 sene bekleyişin ardından halifenin naaşı Medine’de Cennetü’l Bakî’ye defnolundu.

Dürrüşehvar Sultan’ın iki oğlu da Türk hanımlarla evlendiler. Bereket Cah, Fethi Ahmed Paşa’nın torunu Esra Birgen’le, Keramet Cah ise 60’ların İstanbul’un da sosyetenin güzel kızlarından Esin İncealemdaroğlu’yla evlendi. Eltisi ve kuzini Nilüfer Hanımsultan 1952’de çocuğu olmaması sebebiyle kocasından ayrılarak Paris’e taşındı.
Dürrüşehvar Sultan hanedanın hanımlarına Türkiye’ye dönüş izni verilen 1952’den itibaren sık sık Türkiye’ye gelmeye başladı, umumiyetle yaz aylarını Türkiye’de geçirirdi. 60’lardan itibaren ekseri kuzini Hümeyra Hanımsultan’a ait Kuşadası’ndaki Kısmet Otel’de kalır yeğenleri ve diğer sevdikleriyle keyifli vakit geçirirdi. 1954’de kağıt üstünde boşanmasada eşinden ayrıldı ve çocuklarının da tahsili için Londra’ya yerleşti. Londra’da nizâmlığın temsilcisi ve Kensington Sarayı’nın komşusu olan Hyderabad Palace’de yaşardı. Dürrüşehvar Sultan tüm hal ve hareketleriyle hazâ bir imparatorluk prensesi hazâ bir sultandı. Pek vakarlı, yüksek hasletli, meziyet sahibi bir hanımdı. Soğuk ve çok konuşmayan mizacının ardında çekingenliği ve hususi hayatını ifşa etmeme arzusu yatardı. Herkesi kolay kolay yanına yaklaştırmazdı. Yani modern görüntüsünün ardında bir Osmanlı kadını vardı. Ağabeyi gibi uzun boyluydu, zamanının en güzel kadınlarından biri olarak kabul edilirdi. 7 Şubat 2006 tarihinde 92 yaşında Londra’daki evinde fani dünyaya veda etti. Yakın aile üyelerinin katıldığı sade bir törenle Brookwood Müslüman Mezarlığı’nda 1964’de vefat eden annesi Mehisti Kadınefendi’nin yanına defnedildi.
Kaynakça:
Murat Bardakçı, Neslişah, s. 63
Dürrüşehvar Sultan, Doğan, s. 53–55
Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, s. 247–248
Some images used on this blog are sourced from the internet and are assumed to be in the public domain. We make every effort to ensure proper attribution, but if you are the owner of an image and believe it has been used without proper permission, please contact us so we can give proper credit or remove the image as requested.
Leave a Reply